19 Mayıs 2024 - Pazar

Şu anda buradasınız: / Asrın Felaketi
Asrın Felaketi

Asrın Felaketi Elif Rumeysa ÇATAL

“Yeryüzü kendine has bir sarsıntıya uğratıldığı, içindekileri dışarı çıkarıp attığı ve insan “Ona ne oluyor?” Dediği zaman, işte o gün, yer kendi haberlerini anlatır. Çünkü Rabbin ona (öyle) vahyetmiştir. O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden çıkarılacaklardır. Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.” (Zilzal Suresi)

Son dönemlerde tüm insanlığı etkileyen 10 ilimizde (Kahramanmaraş, Hatay, Adana, Gaziantep, Malatya, Kilis, Adıyaman Diyarbakır, Şanlıurfa, Osmaniye) de büyük yıkımlara neden olan ve “ASRIN FELAKETİ” olarak adlandırılan 7,7 şiddetindeki depremde gerçekleşenleri her ne kadar  çekilen acıları, giden kayıpları  anlattığım kadar hafif olmaması ile birlikte unutulmaması adına kaleme almak istedim.

Tüm Türkiye 6 Şubat 2023 Pazartesi sabahı bu şok deprem haberi ile irkildi. Depremin etkisi geniş bir bölgeye yayılırken binlerce bina yerle bir olmuştu. Vatandaşlar enkazda kaldı. Kurtulabilenler  ise yakınlarını kurtarmaya çalıştı öyle ağır bir imtihandı ki evler, dükkanlar, oteller, hastaneler,  rezidanslar, marketler yerle bir olmuştu arabalar enkazda kalmış kullanılmaz haldeydi. Yollar depremin etkisiyle yarılmış ve kullanılmaz hale gelmişti. Enkazdan çıkarılan yaralılar farklı şehirlere sevk edilmek zorunda kalmıştı. Bizler ekran başında bu anların kısıtlı bir bölümünü görürken, oradakiler her ana  şahit oluyordu.

Enkazların altından gelen ağlama bağırma sesleri, evladını bulma umuduyla sokaklarda  seslenen annenin feryatları, yalnız başına kalan bir çocuğun anne diye haykırışları, çok sayıda, polislerin, ambulansların, patlamalardan dolayı çıkan yangınları söndürmek için gelen  itfaiyecilerin siren sesleri de çokça yoğun bir gürültüydü. Ayrıca havaya yükselen alevlerin dumanı, simsiyah sisli, kasvetli bir hava oluşturmuştu. Bembeyaz bulutlardan eser kalmamıştı. Herkeste kendini kurtarma çabası vardı.  Kötü hava koşulları vatandaşları ve ekipleri zorlarken Türkiye dördüncü seviye ilanı verdi. Uluslararası yardım çağrısını da içeren alarmın ardından Türkiye 'ye seksen sekiz ülkeden yardım geldi. Aramanın ilk dakikalarında enkaz yerlerine müdahale eden ekipler sadece 10 günlük minicik bir bebeği kurtararak bir çok kişiye umut olmuştu. Diğer yandan enkazdan kendi gayretleri ile yara bere içinde çıkan bir babanın evlatlarını bulma çabasıyla haykırarak demir ve toprak yığınını elleriyle kazarken görüyorduk. Başka bir enkazda ise bir anne ve yanında enkazdan yeni çıkarılmış bitkin çocuğu, diğer 2 evladının vefat haberini almasıyla nasıl kahrolduğuna şahit oluyorduk. Hız kesmeden aramalar devam ederken enkazda bir bebeği ile kalan anne “önce beni kurtarın” diye seslenince; “Bir suçlu günahkar o günün azabına karşılık olmak üzere oğullarını fidye olarak vermek ister.”(Me’aric Suresi, 11) yaşıyor gibiydik.

Maalesef ki o dehşetli korku dolu anları elimizden dua etmekten başka bir şey gelmeden sadece izliyorduk.

Oradaki evsiz kalanlar, öksüz, yetim kalanlar evlatlarını ve eşlerini kaybedenler için hayat asla eskisi gibi olmayacaktı. Onlar kadar acı çekmemiz mümkün olmasa da, bizlerde oradaki kardeşlerimize  üzüntümüzden sabahlara kadar uyumadan;

”Bir anne daha yavrusuna kavuşur mu? “

“Bir çocuk da annesine, babasına yuvasına döner mi ?” diye umutla bekler olduk.

Bizlerin en büyük kalkanı olan duaya sarıldık. Elimizden gelen sadece dua ...

Ekranda beliren taşa oturmuş bir baba vardı. Üzerinde büyük büyük taşların olduğu bedeninin tamamının enkaz altında olduğu melek olmuş kızının ellerini sımsıkı saatlerce tutuyordu. Çevresinden yedi kişiyi kaybeden babanın...

Giden herkese üzüldüm, ciğerim yandı. Ama kızıma kalbim yerinden söküldü dediğinde artık kelimeler bile kifayetsiz kalmıştı.

Gece gündüz demeden arama çalışmaları devem ederken bölgede bulunan ve çok sayıda insan kurtaran bir cesur köpeğimiz de yorgun düşüp hayatını kaybetmişti.

Vefat edenlerin sayısının 40.000 üzerinde olması artık kefenin bile bulunmaz olması bizleri kahrederken, bir kişinin bile enkazdan çıkarılması bizlere umut veriyordu. Çocuklardan biri hiçbir şey olmamış gibi “Selamün Aleyküm“ diyerek çıkıyor, diğeri “Acele etmeyin, biz burada iyiyiz” diyor.    2 saatte bir emmesi gereken bebek 140 saat sonra gülerek çıkıyor. Bir kız çocuğu enkaz altında babasıyla “taş, kağıt, makas” oynayarak hayatta kaldığını anlatıyor. “1m2 karanlık boşlukta taş mı? Kağıt mı? Makas mı?” diye niyet ettiklerini sözle söyleyip onlarca saatini geçirmiş ve yaşama tutunmuşlar. Bizler çıkarılanlardan 55 saat avucunu sıkmadan uyumadan muhabbet kuşunu tutan çocuktan güveni, 88 saat sonra, önce kedimi kurtarın diyen çocuktan adaleti, 90 saat sonra çıkan 5 yaşındaki çocuğa uzatılan suyu, “Daha muayene olmadım” diye içmemesinden bilimi, 78 saat enkazın altında kalan çocuğun ”çıkamam çıkarsam babam sıkışır” sözünden merhameti, 61 saat sonra çıkarılan çocuğun “Annemin sesi kesildi önce ona bakın” demesinden vicdanı öğrenmeliyiz. Belki de  çocuklardan alacağımız çok ders var. Kuş olup uçasım  dev olup kucaklayasım geliyor her bir yüreği.. Omuzu düşen babanın omzuna dayanmak, gözünün yaşını avuçların da toplayan annenin dizlerinde uyumak, elini kalbinin üzerine vura vura ağıt yakanların ellerine sarılmak, süt kokulu yavruları kucağımda uyutmak, çocukların aileleri ile kurduğu bin hayalin birini bile yaşayamayacaklarını anladıkları an o hayallere onlarla beraber sımsıkı sarılmayı istiyorum...

Ateş sadece düştüğü yeri yakmadı biliyorum. Göğsümüzde bir alev topu, kursağımızda kalan lokma, boğazımız da dizilen düğüm, aklımızda buram buram öfke, gözümüzden akan usul usul yaş ve dahası ve nicesi olarak saplandı kaldı benliğimize. İmtihanımız ağır, acımız tarifsiz, yasımız uzun. Normal hayata dönemiyorum. Ne yaptığımız yardımlar, hazırladığımız koliler, ne yolladığımız sayısı anlamını yitiren kilometrelerce tırlar, ne  milyarlar, milyonlar beni tatmin etmiyor. Hiçbir anlam ifade etmiyor, ruhumu vicdanımı rahatlatmıyor. Çünkü öyle bir keder ki bu, öyle büyüklükte bir kayıp ki bu, dünyaları da verseniz geri dönüşü yok, telafisi yok, ne altı kapanır ne de üstü. Kızının enkaz altında kan donmuş elini tutan babanın kalbinde uyuştum artık. Toplum olarak hepimiz aynı enkaz altında kalan on binlerce can gibi donduk kaldık. Ama çaresizlikten ama şaşırmaktan, ama bu kadar da olmaz demekten başsağlığı dilemekten utanır mı insan? Utandım...

Meğer en büyük ve en hakiki yolculuğu dünyadan gelip geçmesiymiş insanın. Meğer en büyük çaresizliği yuvası bildiği dört duvarın bile canından daha güçlü olmasıymış. Bir sarsıntı diye geçiştirdiğimiz o büyük önemini göz ardı ettiğimiz araya bir virgül koyarak, küçük bildiğimiz rakamlarla ifade ettiğimiz, o deprem aslında en büyük yıkımların sebebiymiş. İncir çekirdeğini doldurmayacak sebepler yüzünden küsmenin, küslüğü uzatmanın, bir akrabamızın ya da arkadaşımızın bir lafına kafayı takmanın, hayatımız dört dörtlük olmadığı için ufacık dertleri büyütüp çoğalmasını ne kadar anlamsız olduğunu bu süreçte çok iyi anladık. “Yarın yaparım, yarın görürüm, yarın konuşurum, yarın özür dilerim, yarın hayal kurduğum şeye adım atarım...” ların yarınlara bile yetişemeyeceğini aslında ömrümüzün çok kısa olduğunu, insanların ise Kur’an’dan ve Sünnetten ne kadar uzak olduğunu, gaflete kapılıp gidilen hayatın bir sonu olduğunu düşünüp idrak edilmesi gerekmez mi ?

“Şüphesiz bunda akıl sahipleri için dersler vardır. Kendilerinden önceki nesillerden nicelerini helak etmiş olmamız, onları doğruya yönetmedi mi? Onların kaldıkları tarihi kalıntıları üzerinde gezinip duruyorlar. Şüphesiz bunda aklıselim sahipleri için ibretler vardır. “(Ta-ha, 128)

Öğrendiklerimizden ders çıkardık mı bunu da yarınlar gösterecek.

Bundan sonraki yarınlara daha dikkatli adımlar atmak, tağutları ret edip yalnızca hüküm sahibi olan  Allah’a itaat edip dinimizi dosdoğru emir onulduğumuz gibi yaşamayı dilerim.

Bir depremzede arkadaşımızın sözleri:

“Hani  yaşadığımız evler bizimdi, eşyalar bizimdi, şehirler bizim şehirlerimizdi. Şimdi hepsi yabancılaştı, hepsinden kovulduk en son kapı önündeki ayakkabıları çiftleyip düzenlenmiş öyle girmiştik içeriye. Uzun zamanlar yağmur yağmıyordu, o gece sağanak yağan yağmurun sevinciyle uykuya dalmıştık. Görülmemiş bir sarsıntıyla uyandık uykumuzdan. Çekmeceler açılıp kapanıyor, elbise dolapları canlanmış gibi yerinde duramıyor, yatağın altından sanki birisi yumrukluyor, bina köklerinde topraktan söküp çıkarmaya çalışan bir ağaç gibi hareket ediyordu. Uyanmaya hiç alışık olmadığımız bir saatte uyandırıldık, yarına dair bütün planları endişeleri kendimize dair ne varsa her şeyi unutturan bir sarsıntının ürperti isinde el ele tutuşup ailece ölmeyi bekledik. Az sonra bina yıkılacaktı ve biz de göçüp gidecektik buralardan. Sonra sarsıntı durdu. Zemin durdu. Zemin sustu. Evlerimizi hızlıca terk ettik. Öyle valiz falan hazırlamadan, tek eşya almadan, dönüp arkamıza bakmadan. Koca şehir dar geldi sığamadık. Bir duvarın dibinde dahi duramadık. Bir damın altına giremedik. Bir ağacın altı bile güvenilir gelmedi. Açık arazilere, yol kenarlarında gittik arabaların içinde bekleştik, uyuduk. Arabaya sığdık, bir kase çorbayla doyduk, bir tek elbiseyle gün geçirdik dışarıda. Evlerin duvarları patladı, tıka basa dolaplardan erzaklar yerlere dökülüp saçıldı, her detayına kafa yorulan evler gözden de gönülden de düştü... Hani bizimdi ömür   harcadığımız evler, hani bizim de bu eşyalar, hani bizimdi buzdolabındaki nimetler, hani yetmezdi bir kat elbise,  hani yetmezdi doymaya bir kase çorba, hali yetmezdi tek odalı bir ev yaşamaya? Vallahi bizim değilmiş, billahi yetermiş bir kat elbise, tallahi doyarmış insan bir kase çorbayla, bir parça ekmekle.

Ne kadar da fazla olmuşuz şu dünyada, ne kadar da yığmışız elimize geçen ne varsa, ne kadar da yığılmışız  üst üste..  Uyanmaya hiç alışık değildik o saatte, uyuyorduk uyandırıldık. Nasıl bir şey biliyor musunuz? Dışarısı soğuk ama eve giremiyorsun. Bitkin düştün ama uyuyamıyorsun. Açsın ama lokmalar boğazında düğümleniyor yiyemiyorsun. Ölmedin ama gördüklerin duydukların ölmekten beter hissettiriyor. Arkadaşlarının öldüğü haberine tepki bile veremiyorsun. Gözlerini kapatıyorsun ama sürekli sallandığını hissediyorsun. Ailenin gözlerine bakarken çaresizlik nedir onu görüyorsun. Hüngür hüngür ağlamak istiyorsun ama ailen için güçlü durmaya çalışıyorsun. Bedenen ölü değiliz belki de ama psikolojik olarak çoktan öldük. İyiyiz desek değiliz, kötüyüz desek Rabbim gücenir. Çok şükür halimize.”

İnsan umut eder, iyilik insanı bir umuda tutundurur. Her karanlığın ortasında bir ışık, her zorluğun içinde bir kolaylık, her çaresizliğin içinde bir umut mutlaka bulunur. Muhakkak bir sıcaklık olur.

Çadır kentte kalan, binlerce yarım kalmış hayatlar var.  Kıyamet ense kökümüzde ve biz düğün alayıyla gidiyoruz kıyamete. Belki ders alıp silkeleniriz diye yazacağım size.

Halı yıkama fabrikası olan bir abinin sözleri;

“Fabrikanın son kalan bir milyon borcu vardı. Şimdi evimde fabrikada yok. Yakınlarımdan 47 kişiyi kaybettim. Bizi mahalle olarak bu çadır kente getirdiler. Suriyeli komşumuz ile çadırlarımız yan yana. Ben ona şeker veriyorum. Ayakları çıplak olan kızıma onlar çorap veriyor. Hepimiz bir deprem ile eşitlendik. Dünya çok yalanmış, biz bu yalana çok inanmışız...”

Şoförlük yapan bir abimiz;

“Suriyeliler neden geldiler? Neden savaşmadılar?” derdim hep. Onların 10 yılda geldiği noktaya biz bir dakikada geldik. Hayat kalmayınca korkudan insan memleketini bırakmak zorunda kalıyormuş gerçekten. Eşimi ve çocuklarımı Manavgat’a  götürdüm. Üçüncü gün eşim ağlayarak telefonu açtı. “Sokakta insanlar bize niye geldi bunlar buraya diye söyleniyorlar” dedi. Oysa biz kendi ülkemizeyiz ama kendi insanımız bile bizi istemiyor.”

Bir arkadaşımız;

“Toplu taşıma araçlarında Suriyeli birinin yanına oturmazdım hiç. Sanki bana kokuyorlar gibi geliyordu. Şimdi 15 gündür 3 aile bir çadırda kalıyoruz ve hiç duş alamadık. Kokumuzdan birbirimizden kaçıyoruz resmen. İnsan büyük konuştuğu yerden sınanırmış hep. şimdi anladım.”

Bir arkadaşımızın sözleri;

“Eskiden bir yardım işi olduğunda en sevmediğim kazağımı evden çıkartmak için o yardıma gönderirdim. Deprem gecesi pijama ile sokağa çıktık. Aşırı fırtına ve Kar vardı. Gün ağarınca enkazlar dan bulduğumuz her şeyi üzerimize doladık. Hayatım boyunca bir daha bu kadar üşüyeceğimi sanmıyorum. Sonra yardım tırları geldi. Kuyruğa girdik, artık nasibimize ne düşerse... Bana biraz eski ve hiç sevmeyeceğim tarzda bir kazak düştü. İşte o anda anladım, zamanında kendimin de ne yaptığını...”

Dereceler yükseldi. Şehadetler kazanıldı. Kibirlilerden intikam alındı. Yaptığı işi kötü yapanların üzerine vebali yüklendi. Koşanlara ecirler dağıtıldı. Sabredenler müjdelendi. İtiraz edenler kaybetti. Nice hikmetler kullara öğretildi. Her şey yerli yerinde, merkezinde. Tek bir şey kaldı: İbret alanlar nerede?

“Artık Ey Basiret sahipleri ibret alınız.” (Haşr, 2)

Rasûlullah (s.a.s.) şöyle dua ederdi

“Allah’ım yıkıntı altında kalmaktan sana sığınırım. Yüksek bir yerden düşmekten Sana sığınırım. Suda boğulmaktan, ateşte yanmaktan, yaşlanıp ele avuca düşmekten Sana sığınırım.”  Amin.

Deprem bize 10 dairesi olan birinin bir çadırda kalabileceğini, 3-5 mağazası olan zenginin yemek kuyruğuna girebileceğini, akşam kiracısına zam yapıp zulmeden ev sahibinin, sabah kiracısı ile ateş yakıp tir tir titreyebileceğini öğretti. Mülkün tek sahibi Allah'tır.

Ey Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbim! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın.  Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et.

 

Abdullah ibn Mesud (r.a): “Dünyanın neşesi gitti, sadece hüznü kaldı. Bugün ölüm her Müslüman için bir hediyedir...”

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul